KÖRKÜLERALPEREN Dostluğa açılan el

SELÂMÜNALEYKÜM ZİYARETÇİ

 
  ANA SAYFA
  KUR'AN-I KERİM
  PEYGAMBERİMİZ
  EHL-İ SÜNNET
  => Sahih Bir inanç Nasıl Olmalı?
  => Ehli Sünnet İnancı
  => Ehli Sünnet Kimlerdir?
  => Ehli Sünnet'in Şiarları
  => Fırka-i Naciye-nin 47 Prensibi.
  => Ehli Sünnet İnancı ve Tarihsellik
  SÜNNET-İ SENİYYE EDEPTİR
  ALDANAN KİM ?
  NAMAZ
  NAMAZIN ÖNEMİ
  RESİMLİ NAMAZ HOCASI
  NAMAZI TERK ETMENIN BAHANELERI
  CENNETLE MÜJDELENEN SAHABELER
  MEZHEBLER
  EVLİYALAR(Dinle)
  A-Z EVLİYA HAYATLARI (Oku)
  ÖRTÜNME ÇAĞRISI
  AİLE VE EĞİTİM
  ADAB-I MUAŞERET
  BÜYÜK İSLAM İLMİHALİ
  İletişim
  Sık kullanılanlara ekle
  İSLAM TARİHİ
  ALPEREN'CE
  OSMANLI DEVLETİ
  TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜ
  TÜRKİYENİN TANITIMI
  İSLAM DÜNYASI İŞKAL ALTINDA
Veda Hutbesi

NASİHAT

Oğul,
İnsanlar vardır,şafak vaktinde doğar Akşam ezanında ölürler. Avun oğlum avun, Güçlüsün,kuvvetlisin,akıllısın,kelamlısın Ama,bunları nerede,nasıl kullanacağını bilmezsen Öfken ve nefsin bir olup aklını yener, Sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Daima sabırlı,sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmeyen gizemler,bilinmeyenler, Görülmeyenler, Ancak senin erdemlerinle Gün ışığına çıkacaklar. Ananı-atanı say.Bereket büyüklerle beraberdir. Bu dünya inancını kaybedersen Yeşilken çorak olur,çöllere dönersin. Açık sözlü ol. Her sözü üstüne alma,gördün söyleme,bildin bilme. Sevildiğin yere sık gidip gelme. Kalkar itibarın, muhabbet olmaz. Üç kişeye acı: Cahiller arasındaki alime, Zenginken fakir düşene, Hatırlı iken itibarını kaybedene. Unutmaki! Yüksekte yer tutanlar Aşağıdakiler kadar emniyette değildir.!

İMANLI ALPEREN GENÇLİK

Ehli Sünnet İnancı ve Tarihsellik
İslam'ın ilk yüzyıllarında ortaya çıkan ve İslamî ilimlerin hemen bütün dallarında kendisini hissettiren "fırkalaşma" olgusu, tarih içinde olduğu gibi bugün de varlık ve etkisini muhafaza etmektedir. Geçmişte bu hareketler Haricîlik, Mu'tezile, Mürciîlik... şeklinde kendisini ifade etmişti; bugünse daha başka isimler altında fırkalaşmalar devam ediyor. 

Tarih içinde "Sünnî duruş"un nasıl her sürecin/akımın gündemine ilişkin canlı ve dinamik bir söylemi var idiyse, günümüzde de Ehl-i Sünnet olmanın, İslam'ın "güncel" problemleri karşısında bir anlam ve özgünlüğü bulunmalıdır. Bu alanda yapılması gereken tesbitler, hem Ehl-i Sünnet olarak bizleri, tarihte kalmış, hiçbir güncelliği bulunmayan meseleleri "Ehl-i Sünnet akidesini öğrenmek" adına tekrar etme ve bu suretle adeta "sanal" bir dünyayı yaşatma anlamsızlığından uzak tutacak; hem de çağdaş dünyanın aktüel meseleleri karşısında etkin ve dinamik bir duruş sergileme yeteneğine kavuşturacaktır. 

Esas konuya geçmeden önce –muhtemel bir yanlış anlamanın önünü peşinen almış olmak için– bir noktanın altını çizelim: Tarih içinde yaşanan fırkalaşma olgusunun Ehl-i Sünnet dünyanın gündemine taşıdığı problemlerin tamamının bugün için güncelliğini yitirdiğini söylemek yanlış olur. Tıpkı o dönemlerde olduğu gibi günümüzde de varlığını sürdüren problemler bulunduğu gibi, günümüzde ortaya çıkmış olan bazı düşünce/fikir hareketleri ve akımlarının, fikrî altyapılarını tarihteki kimi fırkalardan devşirerek oluşturduklarını, ya da en azından onlarla kesiştikleri noktalar bulunduğunu da belirlememiz gerekiyor. 

Sözgelimi geçmişte Mu'tezile tarafından hadislere hangi gerekçelerle itiraz edilmiş ise, bugün de hadisleri reddetme tavrında olan çevrelerin aynı gerekçelere sarıldığını tespit ediyoruz. Öyleyse bugün için güncelliğini koruyan hususlarla tarihte kalmış meseleleri birbirinden ayırarak 21. yüzyıl müslümanına hitap edecek yeni bir Kelam ilmi oluşturmak zorundayız. 

Bu yazıda bu mesele hakkında sadece "ipucu" kabilinden bazı hususlara değinmek istiyoruz. Zira güncel bir Ehl-i Sünnet Kelamı'nın oluşturulması takdir edilir ki, ciddi ve uzun soluklu çalışmalara ihtiyaç duyar. 

Günümüzde Ehl-i Sünnet itikadının karşısındaki en tehlikeli akım, Modernizm'dir. Batı hakimiyeti karşısında kompleksli bir duruşla İslam'ın Batı kökenli pozitivist anlayışla çelişmediği iddiasından hareket eden Modernistler eliyle, itikadî sahadan amelî konulara kadar her seviyede yeni bir İslam anlayışı oluşturma iddiasıyla korkunç bir tahrip ve tahrif faaliyeti yürütülmektedir. 

Müslüman halkımızın belli bir kesimi, Modernistler'in diline ve yöntemlerine yabancı olduğu için bu akımın söylemlerine kolayca çarpılabilmekte ve sonunda itikattan başlayan ve giderek diğer alanlara sirayet eden bir çürüme süreci yaşanmaktadır. 

Ehl-i Sünnet itikadını benimsemiş her müslümanın günümüzde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği müşahede edilen Modernist söylem karşısında şu hususlara dikkat etmesi gerektiğini düşünüyoruz: 

1. Allah Teala'nın, Kur'an ve hadislerde haber verilen isim ve sıfatlarının hepsi hak ve gerçektir.
 
Kelam kitaplarımızda ayrıntılarıyla zikredilmiş olan bu meselenin günümüze taalluk eden yönü şurasıdır: Günümüzde "Tarihsellik" dediğimiz görüşü benimseyenler, Kur'an ayetlerinin –özellikle ahkâma ilişkin olanların– indikleri dönemin problemlerini çözmeye matuf olduğunu söylerler.Buradan hareketle de Kur'an'ın ihtiva ettiği her hükmün günümüzde uygulanamayacağını ileri sürerler. 

Oysa bu iddia, Allah Teala'nın, sadece Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve mekânın problemlerine çözüm indirdiğini, nüzûl sürecinin tamamlanmasından günümüze ve günümüzden geleceğe yüzyıllar, binyıllar içinde yaşayanların, problemlerine Kur'an'dan çözüm bulamayacağı anlamına gelir ki, doğrudan doğruya Allah inancıyla ilgilidir. Bu iddia sahiplerinin, Allah Teala'nın Alîm, Hakîm, Âdil... gibi isim ve sıfatlara sahip bulunduğuna inandıklarını söylemek oldukça zordur. 

Zira bu isim ve sıfatlara iman etmek, Allah Teala'nın olmuş, olan ve olacak her şeyi hakkıyla bildiğini ve hiç kimseye zulmetmeyeceğini itiraf etmek demektir. Elbette sadece bu değil. Böyle bir iman, Kur'an'ın "bütün insanlara hidayet kaynağı" olarak gönderildiğini haber veren ayet üzerinde biraz düşünürsek, Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında yaşayanlarla günümüz insanının ve gelecek nesillerin bu noktada eşit olduğunu göreceğiz. Yani Kur'an Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde yaşayanlar için nasıl bir hidayet kaynağı idiyse, günümüz için de aynen öyledir; gelecek nesiller için de öyle olacaktır. 

Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus da, "kader inancı" ile ilgili çarpık anlayıştır. Kaderi inkâr eden Modernistler, konuyla ilgili ayetleri tevil ederek, hadislerin de sıhhatine şüpheyle yaklaşarak şöyle derler: "İnsan mutlak anlamda özgürdür. Dilediği zaman dilediği şeyi yapabilir. Allah, insanların tercih ve fiillerine müdahale etmez. Kader inancı, zalim Emevî yönetimlerinin, halk nazarında meşruiyet kazanmak için ortaya attığı bir aldatmacadır..." 

Oysa kader meselesinin Emevî iktidarları tarafından çarpıtılarak istismar edilmesi başka şeydir, Kur'an ve Sünnet'le sabit bir hakikat olması daha başkadır. Evet, bizler Yüce Allah'ın Levh-i Mahfuz'da bizler için yazdığı, dolayısıyla irade ettiği bir hayatı yaşıyoruz. Bu meselenin inceliklerini kavramak için buradaki "irade"nin ne olduğunu ve ne olmadığını bilmek gerekiyor. 

Varlık alemindeki her şey Yüce Allah'ın iradesiyle olmaktadır. Ancak bu, Yüce Allah'ın bizim hayat tarzımızı klişe olarak "belirlediği, tayin ettiği ve bizi onu yaşamaya icbar ettiği" anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur: İnsan, kendisine yaratılışından verilen iradeyi kullanarak herhangi bir konuda kararlar verir, tercihler yapar. Eğer Yüce Allah da o işin o yönde olmasını irade etmişe, o işte iki irade birleşir; Yüce Allah o işi yaratır, insan da kesbeder.
 
İnsanın sorumluluğu, o işi yapmaya karar verip iradesini o yönde sarf etmesi sebebiyle söz konusudur. Yüce Allah irade etmediği halde insanın herhangi bir şey yapmasının mümkün olduğunu iki sebeple söyleyemeyiz: 1) Yüce Allah'ın, irade etmediği bir işin meydana gelebileceği söylendiğinde, O'nun kudret ve iradesinden bağımsız bir alan söz konusu olacaktır. Bu ise ontolojik olarak mümkün değildir. Zira dilemediği şeylerin meydana gelmesi karşısında pasif bir pozisyona düşmek Allah Teala için düşünülemeyecek bir nakisadır. 2) Allah Teala'nın dilemesi olmaksızın insanın bir şey yapabileceğini düşünmek, insanın O'ndan müstağni olduğunu söylemek demektir. Oysa
"fa’’âlun limâ yurîd" olma (dilediğini dilediği gibi yapma) vasfı sadece Yüce Allah'a aittir. 

Bütün bunlar insanın, kendisi için ezelde tayin edilmiş bir rotayı izleme mecburiyetinde olduğu anlamına tabii ki gelmemektedir. Günlük hayatta yaptığımız en basit işlerden en hayatî işlere kadar karşılaştığımız durumlarda verdiğimiz iradî tepkiler, aldığımız kararlar ve yaptığımız tercihler bunun en önemli delillerindendir. Bütün bu hususlarda bizi kimsenin zorlamadığını tecrübeyle biliyor olmamız gerekir. 

O halde "kader" nedir? 

Kader, en kısa anlatımıyla şudur: Yüce Allah, ezelî ve mutlak ilmiyle bizim bir işi nerede, ne zaman ve nasıl yapacağımızı bildiği için onu Levh-i Mahfuz'da kaydetmiştir. Sırası geldiğinde biz o işi o şekilde yaparız. Böylece kaderimizi yaşamış oluruz. Şu halde kullar, imanı da küfrü de kendi iradeleriyle seçerler dememiz gerekiyor. Kur'an'da hidayet-dalalet, iman-küfür... konusunda yer alan ayetler bir araya getirilerek ele alındığında ortaya şu sonuç çıkıyor: Bir kimse özgür iradesiyle küfrü seçer ve bu yolda, hiçbir uyarıya kulak vermeden ısrar ve inatla derinleşirse, bir noktadan sonra Yüce Allah onun kalbini mühürlüyor ve onun için artık –tabir doğruysa– kapı kapanmış oluyor. Buna Kelam ilmi terminolojisinde "hızlân" deniyor. Yani kâfirin yardımsız bırakılması, küfrüne terk edilmesi. Ama hidayete ulaşma yolunda samimiyetle çaba gösterenlere de hidayet yolu her zaman açıktır. 

Şu halde "Allah Teala yazdığı için biz böyle yaşıyoruz" cümlesi yanlıştır. Doğru cümle şudur: "Allah Teala bizim nasıl yaşayacağımızı bildiği için yazmıştır. Biz O'nun bildiğini yaşıyoruz." 

Allah Teala'nın "dileyeni mi" yoksa "dilediğini mi" hidayete erdireceği konusu da yukarıda söylenenler ışığında şöyle izah edilmelidir: Allah Teala'nın hidayete erdirmesi, hidayeti elde etmek gibi bir problemi bulunanlar için söz konusudur. Bu anlamda her iki şık da doğru olmakta ve aynı kapıya çıkmaktadır. Zira bir kimse iradesini hidayeti bulma yolunda sarf ederse Allah Teala onu o yola sevkedecektir. Dolayısıyla bu kimse, Allah Teala'nın, hidayete erdirmek istediği kullardan olmaktadır. İradesini bu yolda kullandığı için "dileyen", bu irade sebebiyle Allah Teala da onu o yola sevk edeceği için "dilediği"... 

Öyleyse Kur'an ayetlerinin tarihselliği iddiasında bulunanların Allah inancında bir arıza bulunduğunu tesbit etmek durumundayız. 

2. Ehl-i Sünnet ulema tarafından oluşturulmuş Usûlüddîn (Akaid/Kelam) ve Usûl-i Fıkıh sistemleri, hem birbirleriyle, hem de Allah ve Peygamber inancıyla kopmaz biçimde ilişkilidir. Bunları birbirinden ayrı ve bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu sistemleri "klasik" (dönemini kapatmış, fonksiyonunu yitirmiş anlamında) olarak niteleyip, çağdaş insanın problemlerine cevap vermiyor bahanesiyle "yenilemek" (reforma tabi tutmak) gerektiğini söyleyen Modernist söylemin bu iddiası konusunda şunları söylemeliyiz: 

1. İslamî disiplinlerin yeni anlama yöntemleri temelinde yeniden inşa edilmesi gerekli/zorunlu mudur? 

2. Böyle bir yeniden inşa, teknik anlamda değil ama "ontik" anlamda mümkün müdür? 

Birinci soru hakkında şu mülahazalarda bulunabiliriz: 

Kur'an'ın, Yüce Allah'ın arzu ve iradesiyle yüzdeyüz örtüşecek şekilde anlaşıldığını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde söyleme imkânına sahip olduğumuz bir tek dönem vardır: Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi. Zira metodolojik kaynaklarımızda Hz. Peygamber (s.a.v)'in, dinin tebliği ve açıklanması bağlamında yaptıklarında ve –Kur'an dışında– söylediklerinde ilahî denetim altında olduğu enine boyuna izah edilmiştir ve esasen bir müslümanın bu noktada kuşkuya düşmesi mümkün değildir. Böyle bir garantinin en basit ve fakat en esaslı göstergesi, aksi durumun bizi, Yüce Allah'ın "tarihe müdahalesi"nin bu dönemde yeterli ve gerekli ölçüde gerçekleşemediğini –dolayısıyla hiçbir dönemde gerçekleşemeyeceğini– söyleme zorunluluğuna götürmesidir. 

Murad-ı ilahî'nin Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde hem pratik hayata bir sosyo-kültürel ve tarihsel gerçeklik, hem de beşer düzeyinde ontik anlamda temel varoluşsal algı dönüşümü şeklinde yansıdığını kendimizden emin bir şekilde söyleyebildiğimize göre, burada cevabı bulunması gereken ikinci soru şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra murad-ı ilahî'ye ne oldu? 

Hz. Peygamber (s.a.v) sonrası İslam tarihini, ideolojik, indirgemeci ve profan bir okuyuşla iktidar mücadeleleri, heretik oluşumlar ve geleneğin din yerine geçmesinden ibaret görme yanlışlığının zihnimizde oluşturduğu tabakayı kaldırdığımızda görünen şudur: Sahih din anlayışının Hz. Peygamber (s.a.v)'den, O'nun bir ömür boyu yanında/yakınında bulunan ve İslamî kişilikleri O'nun gözetim ve denetiminde şekillenmiş olan Sahabe kuşağına intikal ettiğini söylemek dürüstlük gereğidir. Özellikle ilk dört halife döneminde başlayarak kısa bir süre içinde gelişen dışa açılma hareketleri çerçevesinde belli İslam merkezlerine dağılan alim sahabîler, gittikleri yerlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'den öğrendikleri Din'i yaymış, dinî ilimlerin öğretiminde ve yaygınlaştırılmasında kilit roller üstlenmiştir. 

Böylece onların 1., 2. ve daha yaygın olarak 3. kuşak öğrencileri olan ekolleşme dönemi İslam alimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Din telakkisini kesintisiz bir silsile ile almış oluyordu. 

Olabildiğince özet bir şekilde takdim etmeye çalıştığım bu yapının önümüze koyduğu gerçek şudur: Müslümanlar'ın Kur'an ve Sünnet ile kurdukları ilişki, salt teknik anlamda bir "anlama/yorumlama" ilişkisinin çok ötesinde bir "varoluşsal" ilişkidir. Tarihte ortaya çıkmış özgün bir "İslam medeniyeti"nden söz edebiliyorsak, bunu, sözünü ettiğim "varoluşsal ilişki"ye borçlu olduğumuzu itiraf etmek durumundayız. 

Yukarıda sorduğumuz sorulardan ikincisinin cevabı, bu çerçevede olumsuz olmak durumundadır. Çünkü ilahî vahyi ideal biçimde anlamanın garanti edilebilir tek yolu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ontik varlığı ile doğrudan ilişki içinde bulunmaktan geçmektedir. 

Şu halde klasik İslamî anlama yöntemleri ve daha genelde temel İslam bilimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "tarihsel kişiliği" ile değil, "ontik hakikati" ile irtibat halinde bulundukları için geçerliliğin ve doğruluğun/meşruluğun biricik adresidir.
 
Bu temel gerçeğin gözden kaçırılması sebebiyle yeni anlama yöntemi arayışları, Kur'an'ın "tarihsel bir metin"e, Hz. Peygamber (s.a.v)'i de "tarihsel bir kişilik"e indirgeyerek seküler/profan bilim anlayışının "nesne"leri haline dönüştürme eğiliminde olmakla maluldür. 

Yukarıdaki ikinci soru hakkında söylenmesi gerekenleri de şöyle ifade edebiliriz:
 
Din'in doğru biçimde anlaşılması, onunla ve onun temel kaynaklarıyla birebir muhatap olan her birey için temel bir zorunluluktur. Ancak burada esaslı bir problem bulunduğunu da görmek durumundayız: Dinî metinleri "nötr" bir bilinç durumuyla mı, bilincimizi etkileyen ve hatta şekillendiren yaşadığımız sosyo-kültürel ve tarihsel gerçekliğin pasif nesneleri olarak mı, yoksa iman ve teslimiyet ile mi anlamaya girişmeliyiz? 

Bu seçeneklerden ilki, bir Müslüman hakkında mümkün olmadığına göre, diğer iki seçenek üzerinde durmamız gerekiyor. İkinci seçenek, çağdaş hermenötik tartışmalarla doğrudan ilgilidir. Dinî metinleri, kendileriyle istediğimiz biçimde ilişki kurmamıza izin veren –Nasrettin Hoca'nın kuşu misali– pasif "anlama ve yorumlama nesneleri" olarak algılayabilir miyiz? Daha da önemlisi, onları, çağdaş hermenötik teorileri doğrultusunda sahiplerinden –Yüce Allah ve Hz. Peygamber (s.a.v)– daha iyi anlayabilir miyiz? Bunun için –hermenötik yöntemleri gereği– onların "zihin"lerine nüfuz etmemiz kaçınılmaz olduğuna göre bu mümkün müdür? Ve buradan hareketle, "bu metinlerde lafzî olarak ifade edilen başka bir şey ise de, lafzî düzlemin ötesindeki esas anlam düzlemi daha farklıdır ve biz onu keşfedebiliriz" sonucuna ulaşmamız ne kadar "dinî"dir? Bu soruların olumlu cevabı teorik varsayımlar ve soyut tartışmaların ötesinde henüz ortaya konabilmiş değildir. Ancak bu sorulara olumsuz cevap vermemiz gerektiğini vurgulayan pek çok "delil" mevcuttur. "Kur'an ve Sünnet'in bu şekilde tanımlanmasına acaba Kur'an ve Sünnet ne demektedir?" sorusu üzerinde yeterince durulduğu kanaatinde değiliz. 

Kur'an şöyle diyor: "Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler, "Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir" derler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak bir şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım." De ki: "Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi..." (10/Yûnus, 15-6) 

Şu halde Kur'an metnini tarihsel ortamın belirlediğini söylememizin önündeki en büyük engel, yine bizzat Kur'an'dır. Kur'an'ın belli tarihsel olaylara cevap mahiyetinde inen "bir kısım"[1] ayetlerini genelleme yaparak bütüne teşmil etmek doğru değildir. 

Kısacası Kur'an "değiştirmek/dönüştürmek" için inmiş bir Kitap'tır. Dolayısıyla onun muhtevası ile örtüşmeyen durumlar "arızî"dir ve Yüce Allah'ın muradına aykırıdır. Bunun bizi götüreceği kaçınılmaz nokta şudur: Herhangi bir tarihsel durumu belirleyici kılarak dinin temel metinlerini yorumlamak mümkündür; ama bu, "dinî" bir faaliyet değildir.
 
Yeni yöntem arayışlarının, yaşadığımız tarihsel durumu mutlaklaştırmak ve dinî metinleri kendi tarihselliğimize boyun eğdirmek gibi bir muhtevadan tamamen uzak olduğunu iddia edebilir miyiz? 

Yazının başlarında sorduğumuz iki sorudan ilkinin cevabı da bu sorunun cevabında yatmaktadır. Eğer böyle bir riskten arınmışlığı garanti edilebilen bir faaliyetten söz etmek mümkünse, ardından şu sorulan sökün edecektir: 

1. Klasik anlama yöntemleri hangi noktalarda tıkanmıştır? Ya da klasik yöntemlerin tıkandığı iddiası etrafında genel bir konsensüs sağlanabilmiş midir? 

2. Klasik yöntemler hakkında temellendirildiği varsayılan "eksik/zayıf tarafları bulunduğu" iddiasının, teklif edilen yeni yöntemler için de "bir şekilde" söz konusu edilemeyeceğinin garantisi var mıdır? 

3. Klasik yöntemlerin, –yukarıda da söylendiği gibi– Müslümanlar'ın Kur'an ile varoluşsal ilişkileri neticesinde şekillenen pratiğin içinde doğup geliştiği halde, yeni yöntemler için böyle bir durum söz konusu değildir. Şu halde pratiği olmayan "masa başı" soyut zihnî faaliyetlerle "İslamî" bir anlama yöntemi inşa etmek ontolojik olarak mümkün müdür? 

Bu ve benzeri sorular, karşı karşıya bulunduğumuz tekliflerin sahipleri tarafından net ve tatminkâr ölçüde cevaplanamadıkça mesele tartışılmaya devam edecektir. 

DİPNOTLAR [1] Tırnak içindeki bu ifade, Kur'an'ın bütün ayetlerinin bu tür bir süreç içinde indiği şeklindeki yaygın çağdaş kanaatin yanlışlığına işaret etmektedir. Kur'an'la yeterli düzeyde tanışıklığı olanlar, Kur'an'ın pek çok ayetinin belli bir nüzul sebebi olmaksızın indiğinin farkındadır. 

Dr. Ebubekir SİFİL
 
   
Esma-ül Hüsna  
 


"O, yaratan, var eden, sekil veren Allah'tir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun sanini yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Hasr-24)"


ALLAH
(Varligi zorunlu olan ve bütün övgülere layik bulunan zatin özel ve en kapsamli adi)


RAHMÂN
(Bagislayan, esirgeyen)


RAHÎM
(Aciyan, esirgeyen)


MELIK
(Görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi)


KUDDÛS
(Her eksiklikten münezzeh)


SELÂM
(Esenlik veren)


MÜ'MIN
(Güven veren, vaadine güvenilen)


MÜHEYMIN
(Kainatin bütün islerini gözetip yöneten)


AZÎZ
(Yenilmeyen yegane galip)


CEBBÂR
(Iradesini her durumda yürüten, yaratilmislarin halini iyilestiren)


MÜTEKEBBIR
(Azamet ve yüceligini izhar eden))


HÂLIK
(Takdirine uygun bir sekilde yaratan)


BÂRI'
(Bir model olmaksizin canlilari yaratan)


MUSAVVIR
(Sekil ve özellik veren)


GAFFÂR
(Daima affeden, tekrarlanan günahlari bagislayan)


KAHHÂR
(Yenilmeyen, yegane galip)


VEHHÂB
(Karsilik beklemeden bol bol veren)


REZZÂK
((Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren)


FETTÂH
(Iyilik kapilarini açan, hakemlik yapan)


ALÎM
(Hakkiyla bilen)


KÂBID
(Rizki tutan, canlilarin ruhunu alan)


BÂSIT
(Rizki genisleten, ruhlari bedenlerine yayan)


HÂFID
(Alçaltan, zillete düsüren)


RÂFI'
(Yücelten, izzet ve seref veren)


MUIZ
(Yücelten, izzet ve seref veren)


MÜZIL
(Alçaltan, zillet veren)


SEMI'
(Isiten)


BASÎR
(Gören)


HAKEM
(Son hükmü veren)


ADL
(Mutlak adalet sahibi, asiriliga meyletmeyen)


LATÎF
(Yaratilmislarin ihtiyacini en ince noktasina kadar bilip sezilmez yollarla karsilayan)


HABÎR
(Her seyin iç yüzünden haberdar olan)


HALÎM
(Acele ile ve kizginlikla muamele etmeyen)


AZÎM
(Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


GAFÛR
(Bütün günahlari bagislayan)


SEKÛR
(Az iyilige çok mükafat veren)


ALÎ
(Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


KEBÎR
(Zatinin ve sifatlarinin mahiyeti anlasilamayacak kadar ulu)


HAFÎZ
(Koruyup gözeten ve dengede tutan)


MUKÎT
(Bedenlerin ve ruhlarin gidasini yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)


HASÎB
(Kullarina yeten, onlari hesaba çeken)


CELÎL
(Azamet sahibi)


KERÎM
(Fazilet türlerinin hepsine sahip)


RAKÎB
(Gözetleyip kontrol eden)


MÜCÎB
(Dileklere karsilik veren)


VÂSI'
(Ilmi ve merhameti herseyi kusatan)


HAKÎM
(Bütün emirleri ve isleri yerli yerinde olan)


VEDÛD
(Çok seven, çok sevilen)


MECÎD
(Sanli, serefli)


BÂIS
(Ölümden sonra dirilten)


SEHÎD
(Her seyi gözlemis olarak bilen)


HAK
(Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyyeti gerçek olan)


VEKÎL
(Güvenilip dayanilan)


KAVÎ
(Her seye gücü yeten, kudretli)


METÎN
(Her seye gücü yeten, kudretli)


VELÎ
(Yardimci ve dost)


HAMÎD
(Övülmeye layik)


MUHSÎ
(Her seyi tek tek ve bütün ayrintilariyla bilen)


MÜBDI'
(Ilkin yaratan)


MUÎD
(Tekrar yaratan)


MUHYÎ
(Can veren)


MÜMÎT
(Öldüren)


HAY
(Ebedi hayatta diri)


KAYYÛM
(Her seyin varligi kendisine bagli olup kainati idare eden)


VÂCID
(Diledigini diledigi zaman bulan bir müstagni)


MÂCID
(Sanli, serefli)


VÂHID
(Bölünüp parçalara ayrilmamasi ve benzerinin bulunmamasi anlaminda tek)


SAMED
(Arzu ve ihtiyaçlari sebebiyle herkesin yöneldigi ulular ulusu bir müstagni)


KÂDIR
(Her seye gücü yeten, kudretli)


MUKTEDIR
(Her seye gücü yeten, kudretli)


MUKADDIM
(Öne alan)


MUAHHIR
(Geriye birakan)


EVVEL
(Varliginin baslangici olmayan)


ÂHIR
(Varliginin sonu olmayan)


ZÂHIR
(Varligini ve birligini belgeleyen birçok delilin bulunmasi açisindan asikar)


BÂTIN
(Zatinin görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açisindan gizli)


VÂLÎ
(Kainata hakim olup onu yöneten)


MÜTEÂLÎ
(Izzet, seref ve hükümranlik bakimindan en yüce, askin)


BER
(Iyilik eden, vaadini yerine getiren)


TEVVÂB
(Kullarini tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden)


MÜNTAKIM
(Suçlulari cezalandiran)


AFÜV
(Hiçbir sorumluluk kalmayacak sekilde günahlari affeden)


RAÛF
(Sefkatli)


MÂLIKÜ'L-MÜLK
(Mülkün sahibi)


ZÜ'L-CELÂLI ve'l-IKRAM
(Azamet ve kerem sahibi)


MUKSIT
(Adaletle hükmeden)


CÂMI'
(Toplayip düzenleyen, kiyamet günü hesaba çekmek için mahlukati toplayan)


GANÎ
(Her seyden müstagni, kendi disinda her sey O'na muhtaç)


MUGNÎ
(Zenginlik verip tatmin eden)


MÂNI'
(Dilemedigi seyin gerçeklesmesine müsaade etmeyen, kötü seylere engel olan)


DÂR
(Zarar veren)


NÂFI'
(Fayda veren)


NÛR
(Nurlandiran, nur kaynagi)



HÂDÎ
(Yol gösteren, murada erdiren)


BEDÎ'
(Esi ve örnegi olmayan, sanatkarane yaratan)


BÂKÎ
(Varliginin sonu olmayan)


VÂRIS
(Varliginin sonu olmayan)


RESÎD
(Bütün isleri isabetli ve hedefine ulasici, irsad edici)


SABÛR
(Çok sabirli)


korkulerdiyari.tr.gg
ALLAH c.c En Güzel Isimleri

 
Veda hutbesi  
  Veda Hutbesi

Veda Hutbesi

Bismillahirrahmanirrahim

EY İNSANLAR!

Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz.

İNSANLAR!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


ASHABIM!

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.


ASHABIM!

Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

ASHABIM!

Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.


İNSANLAR!

Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

İNSANLAR!


Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki

hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


MÜ'MİNLER!


Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır.

MÜ'MİNLER!

Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


ASHABIM!

Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

İNSANLAR!

Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

İNSANLAR!

Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.

İNSANLAR!

Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

"-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)

Şahid ol yâ Rab!

Şahid ol yâ Rab!

Şahid ol yâ Rab!

 
hergün bir hadis  
   
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol